ARSIMA'nın Denizleri keşfi

Yelkenli ile engin denizlerde yaptığımız arayışların resimli ve yorumlu tecrübelerini bu blog aracılığı ile yelkencilerle paylaşıyor, Onların da paylaşımlarını okumak istiyoruz..

7 Nisan 2012 Cumartesi

BİR HAYALİN FOTOROMANI

1988 yılı, Haziran ayıydı sanırım. Üniversiteyi bitireli dokuz ay olmuş, altı ay boş gezdikten sonra ilk işime girmiştim. O yıl, ilk kez kendi kazandığım parayla tatil yapacaktım ve bu tatili planlamanın hoş telaşı içindeydim. “Nereye gideyim?” diye düşünürken o yıllarda daha pek az kişinin bilip uyguladığı bir “Mavi Yolculuk” yapmaya karar verdim.
Bodrum’da bu işi yapan bir şirkette yerimi ayırttım ve topu topu “7 gece 7 gün” kadarcık bir sürede de olsa, o muhteşem ‘Gökova Koyları’ ile tanışmam gerçekleşmiş oldu..

Bu tatil biçimi bende inanılmaz bir alışkanlık yaptı. Mavi yolculuk bitip de İstanbul’da işe başladığımın ertesi günü önümüzdeki yıl yapacağım mavi yolculuğun hayallerini kurmaya başlardım. Bu, sanırım mavi yolculuk yapan bir çok kişinin yaşadığı bir duygudur. O yıldan sonra hemen hemen her yıl aynı tatili Güney’in değişik koylarında tekrarladım. Evlendikten sonra eşimle de aynı tatilleri yapmaya devam ettik.
 O “geri dönülmez yola” o “büyüleyici deryaya” girişin kapısını o yıllarda açtığımı sonradan anladım.   DENİZ ve YELKEN.

O günlerde hayalini kurmaya başladığım, ve sonradan bir tutku haline gelen ‘bir yelkenli tekneye sahip olma’ isteğim, 2009 yılı Ekim ayında gerçek oldu. Kurucaşile-Tekkeönü köyünde yaptırdığım kendi teknemin artık sahibiydim. Artık benimde yelkenlerini rüzgarın önüne katıp şişirebileceğim, eşsiz enginliklere uzanıp, gökyüzü ile denizin arasındaki o sayfaları mavi, mısraları lacivert masal ülkesine dümen kırabileceğim bir teknem vardı..
...
Tekkeönü – Amasra’dan tekneyi  İstanbul’a getirmek farklı bir şeydi. İki gün süren bir motor seyri, sonra 2009 yılı sonlarında Pendik – Adalar arası kısa seyirlerle tekneyi tanıma dönemi..

2010 yılı baharında kısa bir “uzunyol !” Trilye seferi geldi. Yaz aylarının gelmesi ile de içimdeki kıpırtılara daha fazla karşı koyamayarak 29 Temmuz 2010 sabah saat 04:50’de Pendik Marintürk’ den palamarları çözüp tonoz halatını denize fırlattım.

İşte başlıyordu “Hayalin Yolculuğu.”

Eşim Fatoş , oğlum Arda , kızım Arya , eşimin abisi Muammer ve oğlu Artun ile eşimin yeğeni Yalın Deniz toplam 7 kişiyle yola çıktık.
--
Sabah daha güneş doğmadan, 04:30’ a kurduğum saat çalınca hemen uyandım. Benimle birlikte Fatoş, Yalındeniz ve Muammer’de uyandılar.
Çocuklar hala uyuyor . Hava çok sakin. Rüzgar yok.
Sahil besleme kablosu ve su hortumunu toplayıp baş ambara koyduk.

Artık bizi İstanbul’a bağlayan sadece üç şey kalmıştı.
İki adet kıç palamar halatı ile baştaki tonoz halatı! Onları da çözüp kendimizi İstanbul’dan kopardık.


Marinadan çıktıktan sonra rotamızı Sedef adası sancağımızda kalacak şekilde ayarlayıp motorla seyre devam ettik. Rüzgar hiç esmiyor.

Sedef adasını arkamızda bırakırken tekneyi otomatik pilota emanet ederek Fatoş’un hazırladığı mütevazi kahvaltı sofrasına kurulduk. 

Sahanda yumurtalar birazdan masaya gelecek.
 
Kahvaltı sonrası güneş Pendiğin arkasındaki tepeden yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. 




Son bardak çayımı güneşi karşılayarak içip yolumuza devam ettik.



Marmara Adasına doğru 254 derece rotamıza girdik.


İlk anlarda sakin olan hava saatler ilerledikçe poyrazdan yavaş yavaş esmeye başladı. Bizde motora destek olsun diye yelkenlerimiz açtık.

Bizim ufaklıklarda yavaş yavaş uyanmaya başladılar. Tabi havuzluğa çıktıklarında can yeleklerini giydirdik.


Hep elektroniklere güvenmek olmaz , klasik seyir yöntemlerini uygulama adına hoş fırsatlar doğdu.  Her iki saate bir haritaya GPS’den aldığımız koordinatları işledik.


Avşaya Doğru-1 videosunu koy.

Avşaya Doğru-2 videosunu koy


Eşimde gideceğimiz yöndeki limanları inceliyor Kutsal Kitap’tan.(Sadun Boro’nun Vira Demir)

İlk gece için Marmara Adasının Asmalı koyunda kalmayı planladık. Öğleye doğru yolu hemen hemen yarılamışken İmralı iskele baş omuzluktan görünmeye başladı. Motor-yelken seyrimize devam ederken birden sancağımızda su içinde çok hızlı bir şeyin hareket  ettiğini gördüm. İnanılmaz bir süratle üstümüze gelen bir yunus sürüsüydü. Bugüne kadar bu kadar büyüklerini hiç görmemiştim, içlerinde 2 tanesi en azında 2 metre vardı ve gövdesi çok kalındı. 7-8 bireylik bir aileydi sanırım. İçlerinde bir de yaklaşık yarım metre boyunda bir yavru yunus vardı. 10-15 dakika kadar bizimle oyun oynayıp geldikleri gibi hızla uzaklaştılar. Hayatlarında ilk defa yunus gören bizim minik korsanlar için müthiş bir gösteri oldu. Geniş apazdan 2. camadan vurulmuş yelkenlerimiz ve motorla birlikte ortalama 7.5 knot hızımızla seyrimize keyifli bir şekilde devam ettik. 

Sabahtan beri peşimizden gelen poyrazda iyice hızını almış ve 25 knotlara dayanmıştı. Poyrazın Silivri önlerinden kaldırdığı denizler Marmara Adasına yaklaştıkça 2 metreye yakın  dalga oluşturuyordu.



Yolda acıkan tayfayı doyurmak da önemli , aç bırakmamak lazım değil mi?


Yola çıkarken niyetimiz ilk günün akşamı Asmalı köyünde kalmaktı. Fakat gün boyu iyi yol yaptığımız için saat 14:30 gibi Marmara Adası’nın Asmalı köyünü bordaladık. Hava kararmaya daha 3-4 saat var diyerek yarınki etabı da kısaltmak adına Vira Demir’e bakarak Paşalimanı Adası’na kadar devam etmeye karar verdik.Saat 16:00 gibi Paşalimanı Adası koyuna girdik. Burası Osmanlı Donanmasının sefere çıkmadığı zaman kaldığı yatak yeriymiş. Dışarıda 2 metreye varan dalgalar liman içinde hissedilmiyordu. Sadun Boro burası için Vira Demir’de her havaya kapalı o bölgenin en iyi doğal limanıdır dese de liman dışında esen 20-25 knot rüzgarı aynen liman içinde de gördük. Uzun yol yorgunluğunu atmak için burada gecelemeye karar vermiştik. Liman içinde bulunan beton iskelenin 50-60 metre kadar uzağına demirimizi attık. 

Bu arada elimdeki dümen simidinde TAK diye bir ses hissettim , ama bir anlam veremedim. Motoru stop etmeden yaklaşık bir 10 dakika her zaman beklerim , her hangi bir sorun var mı , tarıyormuyuz diye. Evet taradık. Yaklaşık 8-9 metre derinliğe attığım demir taramaya başlamıştı. Rüzgarda aynı şiddette devam ediyordu. Su yeşil renkte olduğu için dip görünmüyor , belki eriştelik bir alana denk geldik , belki de benim acemiliğim nedeniyle demir tarıyordu. Demirim 27 kg’ lık bir Ultra , herhalde hata bende , demir atmakla ilgili daha çok fırın ekmek yemem lazım sanırım. Neyse zaten bu liman ciddi anlamda rüzgar da alıyor , demiri yeniden atıp tuttursak bile gece çok rahat geçmeyecek.  Hava raporları da rüzgarın gece 30 knot ları bulacağını söylüyor , o zaman demir alıp başka nereye gidebiliriz i düşünmeye başladık. Kitapta buraya en yakın limanın Avşa Adasında Yiğitler adlı liman olduğunu bulduk. Demir toplandı ve hareket. O da ne ? Dümen iskele yapmama rağmen tekne iskele yapmıyor , sancak yaptığımda ise sancak yapıyor. Bir anda düşünme yeteneğimi kaybettim. Aynı manevrayı tekrar tekrar yapmama rağmen dümende bir değişiklik yok , tekne iskeleye dümen dinlemiyor. Rüzgarda bizi yavaş yavaş limanın dibine doğru itmeye başladı. İnanın o anda çok ciddi panik yaşadım. Sağolsun Muammer beni biraz sakinleştirdi , hemen kıç kamaradan dümen dairesine geçtim. Orada çift dümen simidinden yönlendirme makaraları ile gelen teller bir Quadrantın etrafından dönerek bir kilitle quadrant üzerine sabitlenmişler. Sistem son derece basit. O telleri elimle biraz çekiştirdim, sağa sola baktım , orayı burayı tuttum ,gözüme ters gelen hiç bir şey yok. Yapacak başka da bir şey olmadığı için tekrar dışarıya çıktım. Dümeni elime aldığımda sorunun ortadan kalktığını gördüm. İnanılmaz !!!  Sanırım deniz tanrıları bize acımıştı. Korka korka 3 knot hızla Yiğitler limanına doğru ilerlemeye başladık. Rüzgarda hiç azalmıyor aksine artıyor. Tekrar dümende aynı sorun olursa ne yaparım diye düşünüyorum. Dolap beygiri gibi döne döne nereye gideriz acaba ? Ama korktuğumuz başımıza gelmedi ve biz Yiğitler Limanına yanaştık. Liman inşaat halinde , rüzgarın kaldırdığı kumlar ve çimento tozları havada uçuşuyor. Ama bu rüzgarda biz sığınacak bir liman bulduğumuz için bunları hiç dert etmiyoruz. Limanın içine girdikten sonra sonuna kadar ilerledik ve sancak tarafta bir yelkenlinin iskeleye bordalayarak bağlandığını gördük.  Liman içide iyi rüzgar alıyor , neyse ki bizi gören yelkenlinin sahibi bize doğru gelmeye başladı , palamarımızı ona vererek hemen arkasına aynı şekilde sancaktan aborda olduk. Motor stop. Hemen soğuk bir bira ve cup deniz. Rahatlamıştım. Suya dalınca teknenin altına bir bakayım dedim. Zehirliyi Şubat ayında yaptırmama rağmen Pendik limanının konumu nedeniyle altta bayağı bir kekamoz oluşmuş. Dümen palasını ve teknenin altını elimde bıçakla epey bir temizledim.

Liman içinde deniz oldukça temiz. Çocuklarda bu fırsatı kaçırmadılar ve onlarda denize girdiler. 

Akşam limanda vınnn ile hava durumuna baktım . Rüzgarı yarında 30 knot larda poyraz  gösteriyor. Cesaret edemedim , yarın da burada kalıp rüzgarın dinmesini bekleyeceğiz , nasılsa bir acelemiz yok Yarın daha önce hiç gelmediğimiz Avşa adasının merkezine gidip gezeriz diye düşünüyoruz. 

Ertesi gün Avşa’ya bir taksi tutularak gidildi .


 Ada da nereye gidersen git taksi 10 TL. Önce merkezi gidip iraz gezdik , sonra Kemal Beyin yönlendirmesi ile adanın güney ucundaki (sanırım adı Tavşalı idi) güzel koyda denize girdik.  Akşama doğru tekneye döndük , iskelede mangalımızı yakıp likit eşliğinde yemeğimizi yedik ve yarını beklemeye başladık.

Beklerken herkes kendine göre bir eğlence bulmuştu, çocuklar mendirekte duvar tırmanışını keşfettiler, kimisi bir babaya oturarak tekneyi seyretti ,
    
Bendenizde huşu içinde likitlere dalıp dalıp durdum.

 


Yiğitler limanında Fatoş’un akşam yemeğinden sonra yaptığı krem karemelin soğumasını beklemekte bazı tayfayı bayağı bir zorladı. 

Ertesi gün 31 Temmuz 2010 cumartesi sabah kurduğumuz saat 04:30’da çaldı. Muammer ve ben uyandık. Hava yine esiyor ama biraz yavaşlamış. Mendireğe tırmanıp üzerinde dışarıya baktım , önceki güne göre biraz daha sakinleşmiş bir deniz var. Motoru çalıştırdık , ve palamarları çözdük , saat 05:00 gibi limandan ayrıldık. Avşa adasının güney burnunu dönerek rotamızı Gelibolu önlerine tuttuk. Adanın kuytusundan çıktıkça denizler yine yaklaşık 1.5 - 2 metre dalga ve 25 knot esen poyrazla bizi karşıladı. 

Yaklaşık 2 saat sonra önümüzdeki ilk burnu dönünce yeni rotamız Gelibolu boğaz girişi olarak ayarlandı ve yola devam. Bu arada boğazdan geçen gemilerin sayısında da ciddi bir artış gözlendi. 



















Bu arada bizim personel hala uykuda. 

Sanırım saat 11:00 gibi Gelibolu’ya yaklaştıkça biraz sakinleşen denizlerle birlikte hepimizin karnının guruldama sesleri duyulmaya başladı. İş yine kaptana düştü.


Teknemin inşaası aşamasında defalarca tersaneye gidip gelmelerimizden bir tanesinde mutfak yapılırken aklıma , bu mutfakta bir gün çok sevdiğim taze fasulye pişirip yiyebilecekmiyiz diye geçirmiştim . Kısmet bugüneymiş , kendi ellerimle ayıkladığım taze fasulyeleri eşim Fatoş pek leziz pişirmiş , hepimiz büyük kefiyle Çanakkale Boğazını seyrederek yemeklerimizi yedik. 







Boğaz İstanbul’a göre oldukça geniş. Akıntıda boğaza girdikten sonra her geçen milde biraz daha kuvvetleniyor. Nara burnuna kadar Trakya kıyılarına yakın seyrederek ilerledik. Nara burnuna gelince gemileri kontrol ederek diyagonal bir geçişle direkt olarak Anadolu kıyısına geçtik.


Buralardan geçipte sanırım bu fotoğrafı çektirmeyen bir denizci olmamıştır.


Planımız , ikinci etabımızı Çanakkale limanında geceleyerek geçirmekti. Onun için Gelibolu’dan Çanakkale Marinayı telefonla arayıp bir gece için rezervasyon yaptırdım. Boğazdaki akıntı hızımızı önce 8 , sonra gittikçe artarak 9 ve 9.5 knotlara çıkardı. Bu hızla birlikte biz saat 15:00 gibi Çanakkale’yi bordalamış olduk. Fırtına nedeniyle bir gece fazladan Avşa adasında kaldığımız için , bunu telefi etmek adına Çanakkale’de hiç durmadan direkt olarak Bozcaada’ya gitmeyi daha uygun bulduk.


Tam Çanakkale önlerinde akıntı pik noktasına ulaştı. Ben bu fotoyu çektikten 30 dakika sonra ekranda 11 knot hızı okumuşlar. Çanakkale’yi geçtikten sonra arkadan aldığımız 15 knot poyrazla birlikte full arma yelkenleri de açarak motor-yelken Bozcaada’ya doğru seyrimize devam ettik.  

Boğazdan çıktıktan sonra denizin rengindeki değişim hepimizin dikkatini çekti. Renk yeşil tonlarından geçilen her milde önce maviye devamında ise laciverte dönüşmekteydi. Bu yıl Nisan’dan sonra İstanbul Adalar civarında çok denize girdik. Ve girerken de İstanbul’da denizin ne kadar da temizlenmiş olduğunu kendi aramızda konuşurduk. Bir an bu konu açıldı ve gerçeği o zaman fark ettik. İstanbul’da bizim girdiğimiz sular deniz değil başka bir şeymiş de biz deniz zannediyormuşuz.


Saat 19:00 gibi Bozcaada mendireğinin dışına ulaştık.



Limana girince hemen mendireğin iç kısmına kıçtan kara olmuş 10-15 adet yelkenli teknenin arasına liman ortasına demir atarak bağlandık. Görevliye 50 TL bağlanma + 10 TL elektrik su ücretini ödedik. Vee sonra tekrar cup. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine teknenin baş üstüne gittim ve oradan Bozcaada limanının berrak sularına kendimi bıraktım. Bııırrrrrrr ! Su çok berrak ama soğuk. Biraz yüzdükten sonra bu kadar berrak suda teknemin altı nasıl görünüyor merak ettim.  O da ne ? Avşa Yiğitler limanında bıçakla temizleyip de baş edemediğim kekamozlardan eser yok. Hiçbiri kalmamış . Teknenin altı pırıl pırıl tertemiz. Sanırım denizin tuz oranı arttıkça bu hayvanlar yaşayamadılar ve akıntı ile tekneden kopup düştüler. Yani bu şu mu demek oluyor ? Ege ve Akdeniz de bulunan tekneler 4-5 yıl aynı zehirli ile idare edebiliyorlar mı? biz İstanbul’daki denizciler ne kadar şanssızız , bizim zehirlilerimiz 4-5 ayda kekamoz tutuyor.    

Yiğitler-Bozcaada arası yaklaşık 14 saat sürdü. Yemekten sonra teknenin kıç havuzluğunda uzandığım yerde yorgunluktan sızıp kalmışım. Herkes akşam adayı gezmiş dolaşmış , ben ancak sabah 7 gibi uyanabildim. Bende adayı sabah kahvaltı öncesi dolaştım. Çok güzel bir yer. Adada üzüm zamanı olduğu için her yer üzün satan köylülerle dolu, her yerde bir hareket. 3. etap için alışveriş ve adanın meşhur çavuş üzümlerinden , siyah üzümlerinde ikişer üçer kilo alarak tekneye döndüm. Kahvaltı sonrası saat 12:00 gibi demir alarak limandan ayrıldık. Rotamız Babakale burnu..
Bu iş hep küçük korsanların , hiç kimseye bırakmıyorlar.


Önümüzde bir yelkenli teknede aynı rotada.

Rüzgar tam istediğimiz gibi 15 knotlarda karayel . Yelkenler yine açıldı , müthiş bir lacivert deniz ortasında biz iki yelkenli güneye doğru gidiyoruz. Kah o bizi geçiyor , kah biz onu.  
Böyle güzel denizi görünce bizim korsaniçe aldı dümeni eline. ( hadi bakalım galiba sevecek bu işi)

Engin mavinin kucağında Bozcaada’dan uzaklaşıyoruz.

Bir yerlerden duymuştum , temiz deniz suyu ile makarna pek güzel olurmuş. Babakale’ yi döndükten sonra denizin rengi iyice lacivertleşti , tamamdır deyip daldırdık tencereyi denize , hakikaten spagettiler güzel oldu (biraz tuzlu) , piştikten sonra temiz su ile yıkayınca o fazla tuzda gidiyor.

Yemek sonrası Midilli’nin burnunu adaya çok yakın döndük


Ve korsan bayrağını indirip Yunan bayrağını gurcataya toka ettik.





















.Teknede eğitim devam ediyor, Arda miço dümende.



Midilli’nin burnunu dönünce kendimde müthiş bir huzur hissettim, o yıllarca hayalini kurduğum Denizler Ülkesine (*) - Haldun SEVEL - adım atmıştım.

Biraz ilerimizde Ayvalık yönünden gelip Midilliye doğru full arma giden bir ketch gördük , çok güzel bir tekne orsa seyirle adaya doğru hızla geçip gitti.

Bu arada bizim korsaniçe yine mutfağa inip kaşla göz arasında teknedeki ilk kekimizi pişirmiş.

Tea time.


Akşam üzeri saat 18:30 gibi Ayvalık önlerine geldik. Ayvalığın meşhur girişi önlerine geldiğimde Kutsal Kitaptan kardinal şamandıralarının önünde yolumu ararken arkadan lacivert renkli başka bir yelkenli hızla geliyordu. Bu tekne yolu biliyor ona yol vereyim de arkasından giderim diye düşünüyordum. Tekne yaklaştıkça acaba o mu ? derken gelenin İstanbul’dan bir arkadaşım olduğunu gördüm. Arkadaşın teknesi bizi bordaladığında selamlaştık , Rodos'tan geliyorlarmış , ona yol verdim ve onu takiben selametle Ayvalık Marinaya bağlandık. Kaptanlığını kendim yaptığım 3 gün süren ilk açık deniz seyrimdi.  
Ayvalık otobanı

İşte Ayvalık….

Eveeeeettttt , İstanbul – Ayvalık arasında süren yaklaşık 200 dm’lik yolculuğumuz kazasız belasız selametle sona erdi.

2-3 gün yazlıkta dinlendikten sonra bu defa methini çok duyduğumuz BADEMLİ’ ye gitmeye karar verdik. 

Yolumuz yaklaşık 20-22 mil. Marinadaki marketten alışverişimizi yapıp tekneye geçtik. Bu defa yanımızda eşimin diğer abisi Mehmet , eşi Nurten , yeğeni Ulaş ve kayınvalide var. Yani misafirler bu defa ağır !

Ayvalık limanından çıktıktan sonra Çıplak adayı sancağımızda bırakarak Badavut önlerinden direk rota ile motor-yelken seyirle Bademli’ ye 3 saatte ulaştık. Bademli girişinde suyun üzerinde 2-3 adet küçük kayalık var.

Kutsal Kitap’tan bu girişi çözmeye çalışırken gözüm bir an motorun hararet göstergesine ilişti. Aman Tanrım. Hararet kırmızı bölgenin sonuna gelmek üzere. Yine başımdan kaynar sular döküldü. Hemen motoru rölatiye aldım , bir 10 saniye sonra bunun yeterli olmayacağını motoru stop etmem gerektiğini düşündüm ve yaptım. İçimden ya bir daha çalışmazsa diye de geçirdim. İşte şimdi hapı yuttuk , denizin ortasında , benim gibi evde ampul takarken bile ampulu kırmayı beceren birisi şimdi ne yapar ? Motoru nasıl tamir eder ? Liman girişindeki kayalıklara da epey yakınız. Mehmet Abiye dümeni verdim , burnumuzu açık denize çevir ve dümeni o şekilde tut dedim. Allah’tan akıntı bizi kıyıya değil de açığa doğru sürüklemeye başladı.

Şimdi ne yapmalıyım ?   O anda dünya seyahati yapan Sn: Osman ATASOY’un bir yazısı aklıma geldi. ”Denizde aklına gelen şeyi hemen yapacaksın , ertelemeyeceksin , yoksa deniz bu hatanı mutlaka cezalandırır” diyordu.


Arsima Kurucaşile’de yapılmıştı. Orada boileri monte ettiler, ama motorla boiler arasında sıcak su akışını sağlayacak hortumlar bulunamadığı için bu hattı çekmediler, bana da bunu söylediler. İstanbul’da motorun ilk yağ değişimi yapılırken bir hortum alırsın ve bunu da motorun yağını değiştirmeye gelen servise bağlattırırsın dediler. Tekne İstanbul’a geldikten sonra ben bu hortumları Tuzla’daki bir mağazadan satın aldım. Ve motor servis ustasına taktırdım. Hortumlar takılırken üzerindeki bir yazı dikkatimi çekti. Hortumun üzerinde “Sıcak Hava Hortumu” yazıyordu. Bunu ustaya sorduğumda bir şey olmaz abi , bu hortumlarda dayanır dedi. Peki dedik. Ama bu konu hep aklımı kurcaladı. Çünkü motorun  sıcak suyu bu hortumlardan geçerken hortumlar sıcaktan pelte gibi oluyordu. Bende bu hortumların patlamasa bile kelepçelerinden çıkabileceğini düşünürdüm. Onun için İstanbul’dan yola çıkmadan önce teknedeki tüm sıcak ve soğuk su hortumlarının kelepçelerini tekrar sıkıp kontrol ettim. Bir yer hariç. Boilerin sıcak su girişleri. Boiler salonda oturma grubunun altında. Buraya ulaşmak için iki minder ve bir kapak kaldırmam lazım. İşte bunu ihmal ettim. Ama hiç aklımdan da çıkmadı. İstanbul’dan taa Bademli’ye kadar hiç bakmadımsa en az 50-60 defa gözüm motorun hararet göstergesine gitti. O ana kadar bir şey olmamıştı, ama sonunda hortum boilerin girişinden çıktı işte. Motorun soğutma suyu buradan sintineye boşalmıştı. Sanırım 3-5 dakika geç fark etsem motor bloke olurdu. O ilk şaşkınlığım gittikten sonra hemen bu nokta aklıma geldi ve direkt olarak oraya baktım , yanılmamışım, hortum boilerden çıkmış. Yeni bir kelepçe alarak birazda teflon sararak hortumu yerine taktım. Motorun göstergelerini tekrar açtığımda hararetin 70 derecelere düştüğünü gördüm. Telefonla Volvo servisini arayıp durumu anlattım , hemen soğuk su koymamam gerektiğini , sıcaklığın 50 derecelere düşmesini beklememi söylediler. Sıcaklık düşünce yaklaşık 5.5 litre tatlı suyu motora koydum. Kalbim küt küt atıyor , aynı zamanda vücudumdan o güne kadar hiç görmediğim biçimde ter boşanıyor, haydi hayırlısı deyip motorun start tuşuna bastım. Çalıştı. Bekledik , kaçak göçek yok , hararet yavaş yavaş yükseldi 90 dereceye oturdu , bir 10 dakika daha bekledim , hararet 90 derecede sabit kaldı. Ooohhhh , galiba tamam. Yavaş yavaş Bademli limanına girdik. Koyda üç yelkenli ve iki adet motor yat var. Su yeşil renkli , dip görünmüyor. Yaklaşık 7 metrelik derinliğe Ultra demirimizi bıraktık. Birinci denemede tuttu (dip kum çünkü , kitap ta iyi demir tutar diyor). Motor stop , saat 19:30 civarı , cupppp deniz.
 



Bademli limanı , kaldığımız yer.

Ertesi sabah saat 08:00’de motoru çalıştırdım. Liman dışında Garip ve Kalem adaları arası Sadun Boro’nun deyimiyle Pasifik adalarını aratmıyormuş. Liman içindeki yeşil sudan bir an önce uzaklaşıp oraya gitmeye karar veriyoruz.


Fatoş’un yakaladığı bu karede sabah erken saatte bir balıkçı karı-koca ağ atmaya gidiyorlar.

Bu sakinlikte Ilıca koyu olarak adlandırılan Kalem adası ile ana kara arasındaki boğazdan çok yavaş ilerleyerek geçiyoruz.
Burada Kalem adasında muhteşem bir otel var.

İleride iskelemizde denizden çıkan bir yer altı suyu var. Bu koya ismini veren bir Ilıca .  Uğrayamıyoruz , başka sefere.


 Kalem adasını dönüp hemen dışarıda sancağımızdan kalan Garip adası ile Kalem adası arasında kalan boğazın ortasına demirimizi o berrak sulara bırakıyoruz. Böyle berrak bir suya ilk demir atışım. Resmen çıpayı görerek uygulamalı bir demir atma eğitimi. Derinlikten 2-3 metre fazla kadar zinciri bırak , tornistana tak , yavaş yavaş geri giderken çıpanın zemine takıldığını hisset (pardon burada resmen görüyoruz) , zincir gerilsin ,sonra zinciri zemine sermeye devam et , yeterince kaloma bırak. Bunu resmen görerek uyguladık.     

Bu turkuaz boğazın kuzey yönünde sığlık 1-1..5 metreye kadar düşüyormuş , o nedenle bu iki ada arasına güneyden girmek gerekiyor. Bu muhteşem yerde denizin tadını doyasıya çıkardık.




Saat 15:00  gibi demir alıp rotamızı Ayvalığa çevirdik.  


Herkesin hayalini gerçekleştirme fırsatını mutlaka yakalamasını dilerim.


SAĞLIĞINIZA………………….


Ersin ÇOBAN
S/Y ARSİMA
13.08.2010

1 yorum: